Ölüm kendi gibi yalın şekilde işlendiğinde beni en etkileyen
film konusu. Sonbahar filmi "cemal amcanın 10 yıldır hapiste olan anarşik oğlu
Yusuf" un hikayesi. Mekan tüm ihtişamıyla Doğu Karadeniz; Artvin.
Yusuf'a ciğerlerinin çöktüğü haberi veren doktor hapisten
çıkabileceğini söyler, Yusuf Artvin e yalnız yaşayan annesinin yanına döner. Ve
Karadenizli yönetmen Onur Saylak ın resmen kendi için çektiğini düşündüren muhteşem
Karadeniz manzaralarıyla örülü şekilde en son evini,odasını 22 yaşında bırakan
32 yaşındaki adamın sakin yaşamını izleriz. Onca yılın dört duvarından olsa gerek odasında yattığında kabus görür, evin bahçesindeki tahta sedirde yatar hep.
Her şey yerli yerindedir, arkadaşları kendi yolunu
çizmiştir, sevdiği kız evlenmiştir. Sadece Yusuf “bu zamanda yaşamıyor”
gibidir.
Filmin en dramatik yanı anne karakteriydi.Oğlunun kendisine hiçbir
şey anlatmadığından yakınan çok klasik bir Karadeniz kadını olan (yerel halktan
bir teyze oynatılmış) anne çocuğu hastalandığında onu ballı sütle
iyileştirebileceğini düşünmekteydi. Oğlu bahçedeki sedirde uyurken sabah öten
kargaları söylenerek kovuyordu uyanmasın diye. Bir kız bulup çocuğunun hayatını düzene
sokabileceğini düşünüyordu.
Yusuf'un kendisi ve biz dışında öleceğini anlayan tek
karakter: gürcü bir hayat kadını.
Ve filmin yalınlığı, müziği, ve çocukluğumda yazları çok
güzel anılarımın geçtiği Karadeniz görüntülerinden sonra en sevdiğim kısmı;
ithaf:
“her
daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına...”
Not: O beraber izlediğimiz 10 kişiden 5i film sonunda filmi çok yavaş bulduklarını ve sıkıldığını söyleyeceklerdir. Benim için filmin yavaş ilerlemesi “yavaşlık içinde bir şey anlatılmadığı” takdirde bir kritere dönüşür. Bunu da belirteyim efenim.