20.07.2016

karikaçimo

Üzgünüm ama içimdeki çocuk böyle fırsatları hiç kaçırmıyor, bu yüzden pokemon-go olayına ilk atlayanlardan biriyim. Sırf oyun için çıkıp dolaşan çılgın gençler kadar olmasam da dışarıda hareket halinde isem şöyle bir oyunu açıp etraftan faydalanmıyorum desem yalan olur.

Nitekim geçen gün yürüyüşe diye çıktım ve evin yakınındaki ayakkabı tamircisi amcaya da tamir için ayakkabımı bırakayım dedim. Dükkana yaklaşmışken oyunu açıp telefonu çantama geri koydum, hani oyun da anca yüklenip başlar diye, keza öyle olmuş. Dükkandan içeri ilk adımımı son ses bu müzikle attım:





Ayakkabıcıya bu kadar muhteşem bir giriş yapan herhalde olmamıştır. Oyunun müzik sesini defalarca kapamama rağmen ara sıra kendi açılıyor, sağolsun bu etkileyici ilk izlenimi sağlamak için tekrar açılmış. "Ya allah allah noluyo" falan diye söylenerek zor çantamdan alıp susturdum o telefonu. Amcanın bu müziği tanımıyor olmasını diledim. 

Pokemon-go çok karikaçimo hallere soktun beni, ne diyeyim.

25.08.2013

bayandan tivitır kalıbı-2

Aslında geçmişte "bayandan tivitır kalıbı" başlıklı yazımı yazdığımda tire ikisini yazacağımı hiç düşünmemiştim. İnsan gerçekten hayret ediyor :

(Şimdi bahsedeceğim kalıpların örneklendirmesini yapamayacağım için daha doğrusu bunla uğraşmayacağım için hedef kitlem tivitırla içli dışlı arkadaşlarım olabilir. Bi de tabi en önemli hedef kitlesi gelecek zamana çekimlenmiş bir benden oluşuyor)


  • Büyük işareti kullanılarak oluşturulan tivitler: x yapmak > y olması
  • "Sarılıp ağladık" ile biten tivitler
  • Biri böyle deyince ben (resim)
  • Bazen sadece x yapmak istersin
  • Düşünsene, x oldu, çıldırırsın!
  • "Ne çektin be" ile harmanlanmış tivitler
  • Sor bakalım (uğruna) xler yaptığı biri var mıymış
  • Onu bilmemnaptınız, bunu bilmemnaptınız, şunu yedirmeyiz. (ekler dışında tümden değişmeli kelimeli cümle)
  • x x yapan bilmemkim online mı?
Biz tivitırcılar çok eğleniyoruz. 




13.08.2013

İnegöl işi çantam

parmağıyla ilkokul çantama tık tık diye vurur
cevizdendir, inegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
küçük bir askerdim ben de
siyah önlüğümün içinde bembeyaz bir yürek
dökülürdüm yollara hava soğuktu okulum uzak
bir avucumda közde pişmiş sıcacık bir patates
hem beslenmeliyim hem üşümesin diye elim
değiştirirdim ara sıra çantamla patatesi
dikkat ederek çantama
cevizdendir, inegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
babamın bilmediği bir şey vardı
her sabah çantamın içine bir gün doğar
ortasından ekvator geçer
ve masmavi gökyüzünde çantamın
güneyden kuzeye göçmen kuşlar uçardı
gülün bakalım bıyık altından şimdi siz
söylesem inanmayacaksınız
siz uyurken çantamın içinde atatürk samsun'a çıkardı
ve bilirdi yedi kere sekizin kırk iki olduğunu
bilmeseydi eğer bandırma vapuru sinop burnu'na çarpardı
ben bir türlü bilemedim aram hiç iyi olmadı hesap kitapla
nohut ve fasulyeden bir abaküsüm vardı
hesabını hâlâ verebilmiş değilim hayata
iyi şiir okurdum ama iyi resim yapardım
eyvah dediler bu çocuk adam olmaz
yazık oldu çantaya
cevizdendi inegöl işiydi... 


Ahmet Uluçay

12.08.2013

Breathless (Ddongpari)



Bazı filmler vardır; ilk izlediğinizde müthiş bir film izlediğinizi düşünmezsiniz. Ama sonra ara ara hep aklınıza gelir, bir çok şey o filmi hatırlatır,hatıralardaki sahneler zaman geçtikçe demlenir ve güzelleşir hatta ki sonraları dönüp bir daha izlemek zorunda kalırsınız. İşte bu film tam da o filmlerden.

Gerçekten çok duygusal ve hassas kişilikte bir çocuktan kötü hayat şartlarının ortaya çıkardığı zorba, küfürbaz hatta psikopat bir adam. Çocukluğunda babası bıçakla annesini öldürmeye yeltenmişken yanlışlıkla kavgayı ayırmaya çalışan ablayı bıçaklamış , annesi aynı gece ölmüş, babası hapse girmiş. Şimdiki zamanda da nefret ettiği babası hapisten çıkmış ve ona bakmak zorunda, ablasıyla görüşmüyor fakat çok tatlı küçük bir oğlan çocuğu olan yiğeniyle ona sürekli kazandığı paralardan yollamaya çalışıyor ve haraç toplama işinde çok başarılı (çünkü psikopat) bir adam. İşte bir zaman geliyor garip de bir şekilde hayatına yaşam şartları onun da çok zor olan lise sona giden bir kız giriyor. Birbirlerinin hayatlarından bihaber sadece iki ruh ikizi. 

Film, bu zamana kadar izlediğim filmlerin en kötü sonunu barındıran film oldu benim için. Ki sonunda ağladığım filmler olmuştur, bunda ağlamadım da mesela. Ama işte izledikten sonra üzerinden kaç yıl geçmiş olmasına rağmen şunu diyebiliyorum hala : sonunu en dert edindiğim filmdir bu. Çünkü gerçek yaşamdaki trajedidir niyetlerden önce yaptıklarının gelmesi. Ertelediğin güzellikler her zaman gelip seni bulmaz. Kötü addedilen insanlar hep kötü kişilikte değildir, bazısı sınavı geçememiş insanlardır sadece. İşte bu kötü adamın da her şeyi geride bırakıp tamamen değişmek istediği bir zamanda, hatta tam da o günde geçmişte yaptıklarının cezasını bulması gerekir.

En sevdiğim yönlerinden biri: müzik azlığı. Müzik anlam ağırlığı olan filmlerde mümkün olduğunca olmamalı bence. Bu filmde de müzik bir kaç sahne dışında yoktu ve o sahneleri de çok güzel doldurmuştu. Seyirciyi pasif duruma düşürmeden sürekli -duygusal anlamda- kitap okuyormuşcasına zihni çalıştıran filmleri seviyorum. Çoğu klasik amerikan filmlerde olmaz bu. Güney Kore'de (her ne kadar basit dizi-filmleriyle de ön plana çıkmış olsa da) amerikan filmlerinin yanından bile geçemeyeceği dolulukta sahneleri barındıran filmler var. Bu konuyu ön yargılarıyla tanımlayan insanlara duyurulur :)
                 
                     

İzleyenler için: İkisinin de belki de hayatının en zor geçen akşamının sonunda sahil kıyısında oturduğu sahne ruh eşi olmalarının en güzel ve en sade örneğiydi.

Son olarak: bu 'kaybedenler filmi' ni başrolünü oynayan 'Yang Ik-Joon' hem yazmış hem yönetmiş ,yani baştan sona kafasındaki bir film olmuş, bu yüzden bu kadar "sek" olsa gerek. imdb puanı: 7.5, ama kesinlikle daha fazlasını hak ediyor. Özellikle farklı yapımları sevenlere şiddetle öneriyorum. 

Not: Yalnız bir şey varsa bu adamlar fragman yapamıyor arkadaş. Yine de bulduğum en iyi fragmanı şurdan izleyin.





29.01.2013

Tütsü


Uzun yazılar yazıyorum bazı geceler, sadece kendimin okuyabildiği, ikinci kez okuyamadığım upuzun cümleler kuruyorum. Ve içimde bunları ikinci kez okuyabilme isteği duyduğum zamanlar yaktığım tütsünün bitmek üzere olduğunu ve onca çıkan  dumanı geri toplayıp aynı tütsüyü tekrar yakamayacağımı biliyorum, bu yüzden odayı saran güzel kokular içinde uykuya dalmayı tercih ediyorum, çoğu zaman.

29.11.2012

"Oy nani nani"




Dün bir an yaşadım, anı değil evet sadece bir an. Anların insan üzerinde bıraktığı etki anılara kıyasla çok büyüktür. Çünkü zaman anıları şekillendirir ama “an”lara asla gücü yetmez.

Sabah kampüse çıkıyordum; çıkmak fiilinden anlayacağınız üzere kampüsümüz şehir merkezinden rakım olarak oldukça yüksek bir yerde, öyle ki merkezde yağmur yağarken kampüste kar, merkezde hava günlük güneşlikken kampüste fırtına olabilir ve ilginçtir ki bunların tersi de olabiliyor. Bu yüzden Bolu’da mevsimine göre giyinebilmek bir sanattır, giyimini hava koşullarına denk getirebilen de bir sanatçı hükmündedir.

Okula ilk başladığım günlerde tecrübeli öğrenci arkadaşlarımdan biri “havası nasıl, çok soğuk oluyor mu?” soruma şöyle cevap vermişti: “Bak, Bolu’da 3 kat giyinmen lazım: içine yazlık bir tişört üstüne uzun kollu ince bir hırka ve üstüne mont. Ayrıca hava günlük güneşlik de olsa çantanda hep şemsiye bulundur”. O zaman bu açıklamanın biraz şişirme olduğunu düşünmüşsem de, artık acemilikten bilen kişi mertebesine yükseldiğim şu 5 yılda yeni gelen arkadaşlara aynı cümleyi aynı artistlikle söyleyebilirim, keza bir çok ibretlik olay yaşadık fakat şu an konudan o kadar saptım ki, artık o anıları da anlatarak işin cılkını çıkarmak istemiyorum.

Ne diyordum, dün kampüse çıkıyordum evet, müzik dinliyorum bi yandan da (ergenlikte kulağımdan düşürmediğim kulaklığı artık sadece yolculuklarda kulağıma takıyorum, hey gidi) karışık modda dinlerken Karmate’nin “Lazuri nani” parçası çıktı.(buradan dinleyin) Şevval sam ın girişinden sonra bir süre kemençe çalıyor parçada,işte bu sıralarda otobüs fakültenin oraya gelmişti, indim.

Bizim kampüs ormanın tam içindedir, fakülteye giden yaklaşık 50 mlik yolumuz tam orman kenarında.Bazı sabahlar havada inanılmaz güzel bir orman kokusu, tarifsiz bir oksijen bolluğu olur. Ve bu atmosfer güzel bir soluk olmasının dışında bana başka şeyler ifade eder: çocukluğumu ve karadenizi. bahsettiğim bu orman havası Çaykara da soluduğum ve bir daha da hiçbir yerde soluyamadığım bir havaydı ,ilk denk geldiğimde "köy kokuyo, köy kokuyo" diye sevinçten aklım çıkmıştı. Özellikle yağmur yağdığında inanılmaz güzellikte oluyor ve her seferinde derse girmeyip ormanın içine dalasım geliyordu.

İşte otobüsten tam inip karşıdan karşıya geçeceğim “an”da, sene başından beri hiç denk gelmediğim o mükemmel orman havası birden yüzüme vurdu ve aynı salisede karmatenin solisti uzunca bir “ooy” çekti. (parçayı dinlemeniz şart bunu anlayabilmek için) Bende istemsiz olarak onun kadar uzun olmasa da gözlerim kapalı halde derince çektiğim nefesi aynı perdeden bir “ooy” çekerek verdim. Arkadaşım kolumdan tutarak yolun ortasında gözler kapalı kafa yukarda dikili duran beni karşıya geçirdi.

Bu bahsettiğim “an”larda aklıma hep cennet gelir. Cennetin çok küçük parçalarının dünyada var olduğunu ve o “an”da yaşadığın hissin dünyadaki tüm mutluluklardan apayrı bir yerde tek başına bulunduğunu yani bu dünyaya ait olmadığını düşünürüm. Başka hiçbir his ve duygunun bulaşmadığı bu saf mutluluğu dünyada bir anlığına da olsa yaşamanın bile bu kadar muhteşem olduğu halini sonsuzla çarparak cenneti hayal etmeye çalışırım. Hayal gücümün sınırına geldiğim yerde bırakıp bir cümlelik bir dua eder ve hayatıma kaldığım yerden devam ederim...

7.10.2012

Sonbahar


Ölüm kendi gibi yalın şekilde işlendiğinde beni en etkileyen film konusu. Sonbahar filmi "cemal amcanın 10 yıldır hapiste olan anarşik oğlu Yusuf" un hikayesi. Mekan tüm ihtişamıyla Doğu Karadeniz; Artvin.


Yusuf'a ciğerlerinin çöktüğü haberi veren doktor hapisten çıkabileceğini söyler, Yusuf Artvin e yalnız yaşayan annesinin yanına döner. Ve Karadenizli yönetmen Onur Saylak ın resmen kendi için çektiğini düşündüren muhteşem Karadeniz manzaralarıyla örülü şekilde en son evini,odasını 22 yaşında bırakan 32 yaşındaki adamın sakin yaşamını izleriz. Onca yılın dört duvarından olsa gerek odasında yattığında kabus görür, evin bahçesindeki tahta sedirde yatar hep.

Her şey yerli yerindedir, arkadaşları kendi yolunu çizmiştir, sevdiği kız evlenmiştir. Sadece Yusuf “bu zamanda yaşamıyor” gibidir.

10 kişi ile beraber izleseydik de filmi yarıda durdurup “Yusuf ölecek mi sizce?” deseydik eminim ki o 10 kişide bu ihtimalin tersini hiç düşünmemiş bulurdu kendini. Güzel bir his geçişi. Hayatta çoğu gerçek çok yalındır. Yusuf da bu süreci daha da yalınlaştırmak için elinden geleni yaptı zaten. Bu süreci hızlandırdığını da bildiğinden olacak ki acele etti bazı şeyler için, mesela “baharda çıkarız baharda” diyen arkadaşı Mikail’i (Serkan Keskin) kendisiyle karda kışta yaylaya çıkmaya ikna etti. Mesela aşık oldu.

Filmin en dramatik yanı anne karakteriydi.Oğlunun kendisine hiçbir şey anlatmadığından yakınan çok klasik bir Karadeniz kadını olan (yerel halktan bir teyze oynatılmış) anne çocuğu hastalandığında onu ballı sütle iyileştirebileceğini düşünmekteydi. Oğlu bahçedeki sedirde uyurken sabah öten kargaları söylenerek kovuyordu uyanmasın diye. Bir kız bulup çocuğunun hayatını düzene sokabileceğini düşünüyordu.

Yusuf'un kendisi ve biz dışında öleceğini anlayan tek karakter: gürcü bir hayat kadını. 

Ve filmin yalınlığı, müziği, ve çocukluğumda yazları çok güzel anılarımın geçtiği Karadeniz görüntülerinden sonra en sevdiğim kısmı; ithaf:

 “her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına...



                                                                                                                     





Not: O beraber izlediğimiz 10 kişiden 5i film sonunda filmi çok yavaş bulduklarını ve sıkıldığını söyleyeceklerdir. Benim için filmin yavaş ilerlemesi “yavaşlık içinde bir şey anlatılmadığı” takdirde bir kritere dönüşür. Bunu da belirteyim efenim.

2.09.2012

bayandan tivitır kalıbı



Tivitırı özellikle mobil olduğum zamanlarda (ve boş olduğum zamanlarda elbet çünkü biraz işsizlik işiymiş bu) seviyorum gerçekten, ama tabii gün geçmiyor ki herhangi bir mecrada gerzekçe bir şeyler olmasın. Tivıtırda da gördüğüm kadarıyla "moda kalıplar" diye bir oluşum var. Bildiğiniz kalıp cümleler kullanıyor gülüyor eğleniyor gençler..

Örneklendirelim:  mesela bi ara "merhaba ben falanca bu da benim bilmemneyim" tarzı tivitler dönüyordu,o geçti, ilerleyen zamanlarda sonu " kib.öptm byes" la biten tivitler birbirinden alakasız takip ettiklerim tarafından çılgınlar gibi yazılmaya, retivit edilmeye başlandı. Şimdiyse bir olay cümlesi yazıp sonuna büyük harfle yüklemin zıt anlamlısının yazıldığı yüksek ihtimalle de yiğit özgürün şu karikatüründen türediğini düşündüğüm:

tivitler kol geziyor. Ve herkesin bu kalıplara uyarak marjinal olma çabası gerçekten görülmeye değer

4.08.2012

kafamın içindeki

"Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? Bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım. Bir filmde görmüştüm doktor: senin gibi gene bir doktor olan ve sözüm meclisten dışarı, delice planlar kuran frankeştayn adlı biri, büyük bir bilimadamını öldürerek, beynini çalıyordu. ona karşı koymak istiyen iyi niyetli bir genç adam da frankeştayn'la mücadele ederken, içinde beynin bulunduğu kavanoz kırılıyor ve cam kırıkları bu üstün beyne batıyordu. Biliyorsun filmlerde böyle iyi niyetli genç adamlar olmasa her şeyin sonu çok kötü biter; üstelik bu işin sonu, iyi niyetli adam rağmen çok kötü bitti: cam kırıkları hiçbir zaman beynin üzerinden tam manasıyla temizlenemedi; çünkü beynin zarını zedelemesinden korkuldu. Bence bu tehlike göze alınmalıydı; fakat o zaman bu, başka bir hikaye olurdu ve biliyorsun ki doktor, ben bütün hikayelerin başka türlü olmasını isterdim aslında. İşte doktor, yukarda sözü geçen beyindir kafamın içindeki. "
                                                                                        tehlikeli oyunlar-oğuz atay

1.08.2012


Çocukluğumda çizdiğim resimlerin tamamına yakını çizilebilecek kadar uçsuz bucaksız ovalardan oluşurmuş, sonunu göremeyeceğim kadar geniş alanlar tarif edermişim koşmak için, sınırlı mekanlarda hızımı alamayıp sınır olan şeye kafa göz daldığım sıkça vuku bulurmuş.

 Çaykara'da çekilmiş bu resimde hayalini gerçekleştiriyor olmanın müthiş mutluluğunu yaşayan küçük bir Sena var...